SAAT : 11:48:16
NAMAZ VAKİTLERİ İMSAK 05:01GÜNEŞ 06:26ÖĞLE 12:20İKİNDİ 15:29AKŞAM 18:03YATSI 19:22

Ebû Hüreyre radıyallahu anh, Nebi sallallahu aleyhi ve sellem'in şöyle buyurduğunu haber vermiştir:

"Canım, kudret elinde olan Allah'a and olsun ki hiç biriniz, beni anne-babasından ve çocuğundan daha çok sevmedikçe tam iman etmiş olmaz!" [1]

    Sevgi, her çeşit ilgi ve bağlılığın kaynağıdır. Sevgiye dayanmayan hiç bir dostluktan söz etmek mümkün değildir. Başka duygu ve düşüncelere müstenid dostluklar, dostluk değil, sadece dostluk gösterisidir. Bu sebeple de kesinlikle kısa ömürlüdür. İnsanın en çok sevdiği kendi öz nefsi, anne-babası ve çocuklarıdır. Toplumda en yaygın şekilde gözüken ise, ebeveyn ve çocuk sevgisidir. Hadisimiz, bu sevgi çemberinin Hz. Peygamber lehine aşılması gerektiğini, ya da başka bir deyişle, sevgiye yeni bir boyut kazandırılması lüzumunu hatırlatmaktadır. Yani mü'min, Hz. Peygamber’i, en çok sevdiklerinden daha fazla sevecektir. Zaten hadisin bir başka rivayetinde de "bütün insanlardan" kaydı bulunmakta, peygamber sevgisinin rakipsiz olması gereği vurgulanmaktadır.

     Hadisimiz, Hz. Peygamber ile ümmeti arasındaki mesafesiz sevgi irtibatını en özlü şekilde belirlemektedir. Şu olay bu noktadan daha dikkat çekicidir. Bir gün Hz. Ömer (ra), "öz nefsim hariç, seni her şeyden fazla seviyorum ya Rasûlullah" diye gönlünü Hz. Peygamber’e açtı. Efendimiz, istisnaya razı değildi; "Öz nefsinden de çok sevmelisin Ömer" buyurdu. Hz. Ömer (ra) tereddütsüz cevap verdi: "Canımdan da çok seviyorum." Efendimiz "İşte şimdi oldu Ömer" buyurdu. [2] Böylece, Ümmetin Peygambere karşı "candan içre" bir sevgi duyması, peygamber sevgisinde, ne öz nefsini ne de sevdiklerinden herhangi birini istisna etmemesi gerektiğini duyurdu. "Peygamber, mü'minlere öz canlarından ileridir" [3] mealindeki ayet-i kerime de bu gerçeği daha önceden tesbit ve ilan etmişti. Çünkü Hz. Peygamber, "âlemlere rahmet olarak gönderilmiş" olmasının yanında, "mü'minlere düşkün, şefkatli ve merhametli, mü'minlerin sıkıntıya düşmesi kendisine çok ağır gelen" [4] bir peygamberdi. Gördüğü tüm karşı koymalara rağmen, bir babanın çocuklarına gösterdiği müsamahayı çok çok aşarak mü'minlerin dünya ve ahiret saadetleri için onlara lazım olacak her şeyi vermiş, göstermiş, öğretmişti. Bu, Hz. Peygamber’in, kendisini, mü'minlere öz nefislerinden daha ileri tuttuğunu gösteriyordu. Mü'minler de onu, kendilerine kendilerinden daha yakın, daha dost bilmelidir. Çünkü “Nefis, kötülükleri emrederdi.” Ama Hz. Peygamber mü'minlere asla kötülük emretmez, daima onların iyilik ve mutlulukları için gerekli olan yolları gösterirdi. O halde mü'minler onu her şeyden fazla sevmeli, onun emrini her şeyin üstünde tutmalı ve izini izlemeli bu konuda ona hiç bir kimseyi denk bilmemeliydi. Bu, ona ümmet olmanın ilk gereğiydi.

Sevenin sevdiği ile beraber olmak isteyeceği, her zaman sevgilinin hatırını gözeteceği, onun istek ve arzularını mümkün mertebe eksiksiz yerine getireceği, bu uğurda büyük fedakârlıklara katlanacağı muhakkaktır.

En büyük iltifatları, en nazik davranışları sevgiliye yönelteceği, istek ve arzularını sevgilinin istek ve arzularında eriteceği, adeta sevgilide fâni olacağı bilinmektedir. Bu, onu "candan içre" kabul etmenin tabiî neticesidir. Hz. Peygamber’e "Anam-babam sana feda olsun ya Rasûlullah" diye hitab eden sahabiler, "0nun ayağına bir dikenin batmasına bile razı olmam" diyen idamlık Müslüman; "Sen sağ olduktan sonra hiç bir felaketin önemi yok" diyen eşini ve çocuklarını kaybetmiş Müslüman hanım, hemen her olay ve fırsatta her şeyden önce Hz. Peygamber’in nasıl olduğunu merak edip soran, daima onu kollayan diğer mü'minler, hep bu "candan içre sevgi" gerçeğini yaşamış ve yansıtmışlardır. Bu yüzden de ümmetin has tabakasını, üstün neslini teşkil etmişlerdir.

Sevgilinin sevmediklerine, istemediklerine karşı ilgi duymamak da "candan içre sevginin" tabiî bir neticesidir. Ümmet olmanın ikinci gereği, Hz. Peygamber'e ve nezih yaşayışı sünnetine ters düşenlere itibar etmemek, sünnet dışı uygulamalar, bid'at ve hurafelere ne pahasına olursa olsun, karşı çıkmak; sevgilinin yolundan asla ayrılmamaktır. Çünkü, Sünnet’in tam zıddı, bid'attır. Bid'at da sapıklık sebebidir.

Öte yandan unutulmamalıdır ki, sevginin tabiî neticesi saygıdır. Saygısızlık ihtimali, seven için en büyük ve sürekli kaygıdır. Seven, sevdiğinin hükmüne ta baştan razıdır. Nitekim Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm'de mü'minleri bu konuda şöyle uyarmıştır:

"Hayır, rabbine and olsun ki, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tayin edip, sonra senin verdiğin hükmü, içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamen kabul etmedikçe inanmış olmazlar." [5]

"Allah ve Peygamberi bir şeye hükmettiği zaman, inanan erkek ve kadına artık işlerinde başka yolu seçme hakkı yoktur. Allah'a ve Peygambere başkaldıran hiç şüphesiz apaçık bir şekilde sapmış olur." [6]

"Peygamberin çağrısını, kendi aranızda birbirinizi çağırdığınız gibi tutmayın. Allah, içinizden sıvışıp gidenleri şüphesiz bilir. O'nun buyruğuna aykırı hareket edenler, başlarına bir belânın gelmesinden veya can yakıcı bir azaba uğramaktan sakınsınlar." [7]

Ne tembellik ne de daha iyi Müslüman olma arzusu onun sünnetinden, emrinden ayrılmaya ya da ileri gitmeye sebep teşkil etmeyecektir. Zira ölçü, onun getirip tebliğ ettiklerine gönülden "evet" demek, onun tavsiyeleriyle yetinmektir. Ötesi, rızasızlıktır, sevgiye ters düşmektir.

Sevgilinin sevdiklerini sevmek, sevmediklerini sevmemek sevenin değişmeyen karakteridir. Ümmet de bu noktada Hz. Peygamber'i izleyecektir. O'nun sevdiklerini sevecek, onun sevmediklerini de, kim ve ne olursa olsun, sevmeyecektir. Ebû Eyyûb el-Ensarî misali "Senin sevmediğini ben de sevmem ya Rasûlullah" diyecektir.

Seven, sevdiğinin gözettiklerini de bakıp gözetecek, onların dertleriyle ilgilenecektir. Hz. Peygamber ümmetine düşkündü. O halde Müslümanlar da birbirlerini görüp gözetecekler. Nerede olursa olsun, Müslümanların dertlerini kendilerine dert edineceklerdir. Çünkü onu candan içre sevmenin unutulmaması gereken pek tabiî neticesi mü'minlerle dostça ilgilenmek, başkalarını onlara tercih etmemektir.

Hz. Peygamber’i candan içre sevmek, onun, ümmeti için alamet-i farika olarak bildirdiği konulara sahip çıkmayı, başka ümmetlere benzememeyi de gerektirir. Bu noktada verilecek tavizler, gönül yurdunu yabancılara gümrüksüz açmak anlamına gelir. Bu da mü'mini temel vasfından, ana özelliğinden uzaklaştırır. Şu ilahi ikazlar bu açıdan bambaşka bir önem arz etmektedir:

"Ey mü'minler, kitap verilenlerden herhangi bir gruba uyarsanız, imanınızdan sonra sizi döndürüp kâfir yaparlar." [8]

"Ey mü'minler, eğer kâfirlere itaat ederseniz, sizi arkanıza (küfre) çevirirler. O zaman büsbütün kaybedersiniz."[9]

Hz. Peygamber’i sevenleri sevmek, ona şu ve bu şekilde yan bakanları, karşı çıkanları asla tasvip etmemek, düşman bilmek de ümmet olmanın bir başka gereğidir. "Allah'a ve ahiret gününe inanan bir milletin; babaları, oğulları, kardeşleri, yahut akrabaları da olsa, Allah'a ve Rasûlü’ne düşman olanlarla dostluk ettiğini görmezsin..."[10]  ayeti sevgileri çalınmış Müslüman gönülleri, asıl bulunmaları gereken çizgiye çağırmaktadır.

Onun huzurunda sesini yükseltmemek, talimatını gereksiz yorumlara tâbi tutup saptırmamak, güzel adı anıldıkça salât ü selâm okumak, sürekli olarak, onu candan seven birinin dikkat ve nezaketi içinde bulunmak, ümmet olmanın ya da candan içre bir sevgi ile O'na bağlı kalmanın yaygın ve günlük tezahürleridir. Demek ki, hadisimizde dile getirilen sevgi, şairin dediği gibi "bir kuru ifade değil", hayatı sevgilinin sünnetiyle renklendirmek, bereketlendirmek demektir. Bu da, günümüz Müslümanları için hiç şüphesiz hem en büyük görev hem de en büyük şereftir. Çünkü Allah'a kul olmak, O’na ümmet olmakla mümkündür.